- Evladım bak sakın diyorum, bugün gösteriler olacakmış, sakın şehre inme. Dersine git, yurduna dön, aklım sende.
- Aman anne, ne olabilir ki? Boşuna kuruntu ediyorsun.
- Ne olur yani anneni dinlesen?
- Tamam annecim, tamam dediğin gibi olsun.
- Söz ver bakayım annene gitmeyeceğim de. Baban da gittikten sonra kimim kaldı ki. Şunun şurasında 1-2 ay sonra ekmeğini eline alacaksın, aklımı sende koyma. Sen evimizin direğisin.
- Tamam annecim ya ağlama, tamam
- Allahın işini rast getirsin, kalabalıklardan uzak dur, neler duyuyoruz televizyonlarda, Allah muhafaza.
- Tamam, tamam
- Dualarım seninle, Allah yardımcın olsun, Allah koru…
- Hadi kapattım, derse gidiyorum, görüşürüz
Telefonu kapatıp cebine koymaya hazırlanırken, mesajlaşma uygulamasınından gelen bildirimlere gözü takıldı Cemil’in.
Ödev grupları, sınıf, halı sahaya grubu derken 60 ı aşkın bildirimlerin içinde biri ışıl ışıl parlıyordu, kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. 1-2 aydır peşinde koştuğu Serap’tan da bildirim vardı. Elleri titreyerek hemen açtı.
- Selam beyaz laptoplu mühendis, müsait olunca ara beni. Görüşürüz canım
Kalbinin atışını artık kendi de rahatlıkla duyabiliyordu. Komik bir giriş ve “canım”lı bir final. Acaba ne diyecekti? Ortak arkadaşlarıyla gittikleri cafede onu gördüğünde beri ne zaman ondan haber alsa ya da yazışsa heyecanlanıyordu ama bu seferki farklıydı. Hemen arayıp aramamakta kararsız kaldı, önce sakinleşmeye çalıştı ancak okundu bildirimi çoktan karşı tarafa ulaşmıştı bile. Telefon çaldı, arayan tabii ki Serap’tı!
- Alo canım, müsait olunca ara demiştim ama ses çıkmadı senden
- Şimdi çıktım dersten de kantine yeni geldim, ben de seni arayacaktım.
- Hadi bakalım öyle olsun. Biliyorsun Hakan’ın doğum günü bugün. Selin, evinden sürpriz bir doğum günü düzenleyecek. Sadece çiftlere davet edecekmiş, ben de beraber gideriz diye düşündüm. Müsaitsindir diye düşünüyorum. Altı gibi toplanıyoruz.
İşte zamanın durduğu o an. Ortak arkadaş grubunun popüler ismi Hakan’dan ne kadar nefret etse de Serap’la beraber bir akşam geçirme ve sevgililiye güçlü bir adım atma fırsatı. Tabii ya eğer sevgili olmayacak olmasalar neden çiftlerin gideceği bir davete davet etsin ki? Peki ya anneye verdiği söz? Hakan’ın evi şehrin neredeyse öteki ucunda. Şehrin içinden geçmeden gidip gelmek mümkün mü? Bu yabancı şehirde tek bildiği otobüs yolları…
- Cemil orada mısın? Sesin gitti sanırım
- Hat gitti sanırım, dağ başında okuyunca telefon bile çekmiyor değil mi :D, tabi gelirim. Kaçta alayım seni?
- Dört gibi bizim yurdun oradan alır mısın, hediye falan da bakarız. Kırmızı gülleri de çok severim.
- Tamamdır, yaklaşınca ararım.
Yüzünde aptal ve heyecanlı bir gülümsemeyle kapattı telefonu Cemil. Bir süre amaçsızca etrafına baktıktan sonra bir anda panikle ayağa kalktı, saat neredeyse bire geliyordu. Yapacağı milyonlarca iş olduğunu düşünüp hemen yurdun yolunu tuttu.
Işık hızıyla ertesi gün teslim etmesi gereken projeyi ve ödevleri tamamladı. Traş olup banyosunu yaptı. Güzelce giyinip bugünler için sakladığı pahalı parfümün numunesini cebine atıp şehir merkezine giden saat başı servisine yetişmek için koşarak yurttan çıktı.
Kıl payı yakaladığı servisle yol alırken kafasını cama dayayıp akşamı, Serap’ı ve muhtemel geleceklerini düşünmeye koyuldu. Beraber gidilecek tatiller, yolculuklar, acı tatlı anıları hayal ederken telefonu çaldı. Annesi arıyordu, panikleyip açıp açmamak konusunda kararsız kaldı. Hemen meşgule atıp mesaj attı, “Dersteyim anne”. Derin bir nefes alıp ilk sakin yerde aramaya karar verdi.
Servis şehir merkezine yaklaşırken trafiğin oldukça sıkışık olduğunu farketti. Yolcular kendi aralarında kalabalığın nedeninin bugünkü gösteriler olduğunu, polisin birçok göstericisi göz altına aldığını konuşuyorlardı. Biraz irkildi, ister istemez. Annesine verdiği sözü çiğnerken kazasız belasız ve olaysız eve dönmek için dua ediyordu.
Serap’ın yurduna birkaç otobüs değiştirip ulaşmayı başardı. Tam arayacağı sırasında çok önemli bir şeyi unuttuğunu farketti, kırmızı gülleri ço severim demişti. Allahtan yakınlarda bir çiçekçi vardı. Bütçeyi zorlayacaktı ama olsundu!
Çiçek, kıyafet tamamdı, pahalı parfümün numunesinden de bi iki damla kondurdu boynuna. Serap’ı aradı. Saniyelerin asır gibi geçtiği bir on dakika elinde tek gülle bekleyen Cemil’in hasreti vuslata erdi.
Bina kapısından ana kapıya kadar geçen 100-150 metrelik yürüyüşünü izlediği Serap, o an ona bir hayli deldiği bütçesini, annesine verdiği sözleri ve akşam nasıl geri döneceğini aklından tamamen silmişti. Serap geldi ve ufak bir buse kondurup yanağına Cemil’in çiçeği aldı.
-Hımm unutmamışsın, hoş geldin. Hadi gel şuradan bir hediye bakalım.
Cemil’in bütçesinin iyice delen hediye ile elele Hakan’ların evinin yolunu tuttular.
Kutlamalar, sohbetler ve yemekler derken sayılı zaman su gibi aktı geçti. Sayılı olmasa da onu beklerken asır gibi geçen saniyelere inat, saatler saniye gibi geçiyordu.
Saat 23’e gelirken yurda son giriş saati de gelip çatmıştı, kızlar ayaklanmıştı bile. Hızlı adımlarla çiftler yakındaki yurdun yolunu tuttular. Cemil, Serap’a sarılıp öpmüştü, o da karşılık vermişti. Gündüzkinden farklıydı, artık sevgili olmuşlardı. Diğer gençler yakındaki evlerin yolunu tutarken, Cemil de ıslık çala, şarkı söyleye durağın yolunu tutmuştu. Yurdun bi hali ilerisindeki hareket merkezine kadar yürürken sevinçten sanki yere basmıyor, sert asfalt bir bulut gibi geliyordu. Esen sert rüzgar yüzünü dövüp ciğerlerini yararken o sanki bahar havasını çekiyordu içine…
Yarım saat geçmesine rağmen tek bir otobüsün bile geçmemesi tedirgin ediyordu. Gelirken değiştirdiği birkaç aracı ve okulun servisini düşününce yurda dönmesinin imkânsız olacağını düşünüyordu. En kötü şehir merkezine ulaşabilirse, birkaç arkadaşımı ararım, ya da sabaha kadar açık kahvelerden birinde uyuklarım diye düşünmeye başladı. Hem ne olacakki bugün yaşadıkları herşeye değerdi. Tam o sırada adeti olduğu üzere annesi yatmadan aradı.
- Oğlum nasılsın, nasıl geçtiğ günün_
- (Biraz kekeleyerek biraz da soğuktan titreyerek) İyi, iyiyim anne
- İyi misin oğlum sesin bir garip geliyor, arkadan da rüzgar sesi geliyor, dışarıda mısın?
- Yok yok annecim dersler çok yoğundu, arkadaşlarım uyuyor ondan dışarı çıktım.
- Tamam ben de merak ettim. Bugünkü olaylarda 2 kişi ölmüş, şehir karışmış iyice. Allahtan sen çok uzaktasın da aklım sende kalmıyor.
- E-eevet anne, öyleymiş.
- Hadi oğlum iyi geceler, kardeşim de selam söylüyor
- Sağol annecim iyi geceler.
Belinden aşağıya akan soğuk terlerin daha üşümesine neden olduğunu farkettiğinde kaç dakikadır o pozisyonda kaldığını hatırlamıyordu bile. O, herşeyden habersiz, yaşadığı saadetin keyfini sürerken neler olmuştu. İnternetten biraz bilgi alayım derken paketinin bittiğinin mesajı gelmişti bile. Zaten telefon da şarjının %10 olduğunu söylemiş, haşari bir çocuk gibi dürtüp durmaya başlamıştı onu.
Düşüncelerin içinden onu çekip alan bir korna sesi oldu. İçinde tam ne olduğu göremediği bir dolu şeyin yüklü olan kamyonet önünde durmuştu.
- Genç bu saatte buradan otobüs geçmez, sen neyi bekliyorsun?
- Abi selamlar, şehir merkezine gitmem lazım. Aslında teknik üniversite yurdu hedefim ama çok şey istiyorum. Zaten büyük bir dileğim kabul oldu bugün.
- Hımm, aslında ben de o tarafa gidiyorum, gel bana yol arkadaşı ol. Benim adım Halit.
- Ben adım da Cemil!
Cemil’in gözleri ışıldadı, ne kadar da şanslı bir gün. Önce Serap’la geçen muhteşem bir akşam, sonra sevgili olmaları şimdi de hem bedava hem de hızlı bir yurda varış!
- Tabii abi, sağolasın.
Arabanın kapısını açıp muavin koltuğuna yerleşmeye çalışırken, soförde koltuktaki ıvır zıvırı koltuktan almaya çalışıyordu. Herşeyi almıştı ama eski bir beze sarılı boru gibi bir şey kalmıştı. Tam yerleşmişti ki Halit hızlı ve telaşlı bir hamleyle bezi ve beze sarılı şeyi çekip hızlıca kendi tarafındaki kapının eşya yuvasına koydu. Bu esnada belki bir saniyeliğine belki de saniyenin milyonda biri kadar bir süreliğine beze sarılı şeyin ucu gözüktü ve soluk olmasına rağmen gece karanlığını yırtan durağın ışıklarıyla aydınlandı. Ortası delik namlumsu bir metaldi bu, rahmetli babasının beylik tabancasına benzetmişti. Halitle göz göze de geldi bu saniyenin milyonda biri süre içinde. Halit’in sert ama kaçamak bakışları içini delen Cemil, çarpan kalbinin sesinden aracın harekete geçtiğini hissetmemişti bile.
Annesine verdiği sözü tutmamanın ağırlığı bir tarafa hayallerinin kızına kavuşmanın saadetinin tadını henüz çıkarmamış olamamanın hayal kırıklığının yanında bu da neydi şimdi? Kimin arabasına binmişti?
Kapıların kilitlenmesi sesi bir anda kendine getirdi. Sokak lambaların solunda kaldığını ve sonu pek görünmeyen bir yola doğru ilerlediklerini fark etti. O meşun cismi gördüğünden beri düşmeyen tansiyonu ve susmaya kalp çarpıntısına eklenen korku, bilinmezliğin insana hissettirdiği kaybolmuşluk hissi mi yoksa muhtemel bir ölümün soğuk nefesi mi tam bilemiyordu.
Bozuk satıhlı yolun neden olduğu sarsıntı bu düşüncelerden biraz olsun sıyrılmasına yardımcı olmuştu. Aracın içini incelemeye başladı. Eski bir konsol, vites kolunda taneleri eksilmiş rengi atmış bir tesbih, hemen yanında kimbilir ne zamandan beri orada harcanmayı bekleyen birkaç bozuk para. Tavanda kimi yırtılmış, kimi solmuş memleket manzaraları, aralarına karışmış bir yorgun aile fotoğrafı. Fotoğrafa daha dikkatli baktığında baba, anne ve çocuklar. Belki Halit’in ailesi belki de aracın gerçek sahibinin…
Etrafı İncelerken zaman zaman da başına neler gelebileceğini hayal edip kendine eziyet ediyordu. Birazdan bu karanlık yolun bir kenarında çekecek, o meşum çaputa sardığı ve kimbilir kimlerin canına kıydığı, ocağını söndürdüğü delikli demiri çıkarıp kafasına dayayacaktı. Belki de hemen sıkıp kenara atıverecekti. Belki de indirip karanlığa karışacaklar, türlü işkencelerden sonra kolay bir ölüm için yalvartacaktı.
Acaba kapıyı açıp atlasam mı diye düşündü, atlasam hemen birkaç adım sonra yakalar diye vazgeçti. Yok ya ne olacaksa olsun atlayayım dedi, usulca kapının koluna parmağını takıp hızlıca çekti.
Kapı değil açılmak, herhangi bir tepki bile vermedi. Bir yandan göz ucuyla kolladığı Halit bereket fark etmemişti. Aklına dışarıdan açmak geldi. Tabii ya sıcak oldu diye pencereyi sonuna kadar açar, bi hamleyle dışarıdan açar atlarım diye geçirdi içinden. Eski usul pencere açma koluna yeltendi, yine hüsran, kol boşa dönüp duruyordu.
Bir aralık aklına oda arkadaşına mesaj atmak geldi. En azından cep telefonu sinyalini takip ederlerse kurtarabilirler, hiç değilse cansız bedenine ulaşabilirlerdi. Hemen telefonu sarıldı ama bu bozuk dağda bayırda çekmiyordu. Ara ara gelip gidiyordu bağlantı. Hızlıca mesaj yazdı Mustafa’ya.
“Mustafa sanırım kaçırıldım, bu mesajı alınca lütfen hemen polise git”
Bağlantının geldiği bir an alalacele “Gönder” e bastı. Medeniyetten uzak bu yollarda baz istasyonu aramaktan bitap düşen telefon, mesaj yazılırken son enerji kalıntılarını da harcamıştı ve ne yazikki gönderme işlemi dahi tamamlayamadan kendini kapattı.
Elinde kalan kalan son umudun da yitip gitmesinin ardından artık akibetine boyun eğmeye karar verdi. Ama ya sonrası? Onu düşünmeden edemiyordu. Babasını zamansız yitirdiğinde evin büyük oğlu olarak dik durmaya çalıştığı zaman, annesinin, kardeşinin ve akrabalarının feryatları aklına geldi. Kendi cenazesinden de böyle olur muydu? Annesi, kardeşi, arkadaşları, dostları ve bir günlük sevgilisi Serap gelir miydi? Yoksa sessiz sedasız, gömülecek bedeni bile bulunmadan mı yitip gidecekti? Sınıfta temsili olarak sırasına çiçek koyarlar mıydı?
En çok da annesini düşündü. “Gitme demedim mi kuzum sana” diye ağlar mıydı? Ölmek mi daha zor, yoksa en kıymetline verdiğin sözü tutamamak mı?
Sanki bu güzel günün özeti gibi gittikçe bozulan yol, arabayı gittikçe daha çok sarsıyordu, her sarsıntı bu duyguların yoğunluğunu kah biraz dağıtıyor kah daha da yoğunlaştırıyordu.
Bir aralık kulağı radyoya takıldı. Radyo da ise derinden hazin bir türkü çalıyordu.
“Maraş’tan Bir Haber Geldi
Dediler Ki Merik Öldü (Oy Oy Oy)
Keşke Merik Ölmeseydi
Kesileydi Elim Kolum (Oy Oy Oy)
Oy Merik Merik Merik
Ben Kurbanım Sana Merik
Ben Hayranım Sana Merik…”
Radyoya kulak vermesi iyi mi oldu kötü mü oldu bilemedi. Üniversiteye ilk başladığı yıl memleketten rahmetli babasını vefat haberini aldığı ana gitti. Şarkı bitip diğeri başladı.
“Bu adam benim babam
Sekiz köşe kasketiyle
Omuzunda sekosuyla hey!
Cebinde yok parası
Bafra’dır cigarası
Yüreğindedir yarası”
Sanki radyo da ona acımıyor, yaralarına bir tuz daha nasıl basarım diye çırpınıyordu. Cemil’in gözleri de gönlü de beş on saat içinde yaşanan bu kadar duygu değişimine dayanamadı. Resmen koyverdi kendine, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Anne babasını bir daha hiç göremeyeceğini düşünen küçük bir çocuk gibi, ihtiyarlık belasına düşmüş gönlü genç ama bedeni ölüm döşeğindeki hasta gibi, gördüğü güneşin son gün yüzü olduğunu bilen mahkum gibi sarsıla sarsıla, isyan eder gibi, af diler gibi, hiç bitmeyecek gibi ağladı. Radyo yine ona acımıyordu.
“Derdim Çoktur Hangisine Yanayım
Gine Tazelendi Yürek Yarası
Ben Bu Derde Nerde Derman Bulayım
Meğer Şah Elinden Ola Çaresi
Efendim Efendim Benim Efendim
Benim Bu Derdime Derman Efendim”
Ağlarken Halit de bişiler söylüyor ya da soruyordu. O ise göz yaşlarının yaktığı gözleriyle artık bir şey görmüyor ve umutsuzluğun yok ettiği kulakları söylenenleri beynine iletmiyordu. Beyninin dışarıyla tek bağlantısı, yolun verdiği sarsıntıyı hissetmesiydi.
Ne zaman sonra, sarsıntı önce azaldı, sonra bitti. Bir miktar daha gittikten sonra kamyonet önce yavaşladı ve durdu. Biraz uzaktan ışıklar geliyordu ama göz yaşlarını kör edercesine yaktığı gözleri nerede olduğunu anlamasına imkân vermiyordu. Ama Halit’in araçtan indiğini farkedebildi.
Evet, günün sonuna gelmişti, birazdan kaçınılmaz son başına gelecekti. Hazır değildi! Kapısı biraz cayırtı biraz patırtıyla zar zor açıldı. Cemil yol boyunca iki kelime etmeyen Halit’e bağırmaya başladı.
- Abi yapma ne olursun, yaşlı bir annem var, bakmam gereken bir kardeşim var. Yeni mezun olacağım. Allah aşkına öldürme beni, ben sana ne yaptım, valla billaha bir daha başkasının arabasına binmeyeceğim.
Hem ağlıyor, hem kaderine isyan ediyor hem de yalvarıyordu. Kurtulma çabası ve sinir krizi karışık olarak ne kadar ağladı bilemedi. Kendine getiren ise Halit’in yüzüne çırptığı bir miktar su oldu.
Çöllerde günlerce kalan bir talihsizin suya kavuştuğu an gibi kendine getirdi bu su. Bir anda içine düştüğü sinir harbin bitmişti. Şaşkın şaşkın önce Halit’e sonra çevresine bakmaya başladı.
Burası kendi yurdunun karşısıydı, Halit’in elinde de ne bir silah ne de başka bir şey vardı. Sadece yarı kızgın yarı şaşkın ona bakıyordu.
- Oğlum iyi misin? Arabaya bindiğinden beri maç muhabbeti açtım, cevap vermedin. Bugünkü olayları anlattım cevap vermedim. Bi ara kapıyı açmaya kalktın, bereket bozuk da açılmadı. Düşüp bir yerini yaralayacaktın. Sonra ağlamaya başladın, şimdi de bu. Neyin var?
- Sen beni öldürecektin değil mi, sonradan vazgeçtin? Beni bulurlar diye korktun değil mi?
- Ne öldürmesi ne diyorsun sen. Ne içtin evladım. Gençlik nereye gidiyor, hey yarabbim!
- Ee, koltuğunda silah vardı, sonra bilmediğim karanlık yollara saptın?
- Ne silahı? Ben en son askerde elime silah aldım o da 30 sene evveldi. Dağ yoluna saptım çünkü şehir merkezi bugünkü olaylar nedeniyle karışıktı.
- Silah, kapının cebine koyduğun silahtan bahsediyorum. Aceleyle çekip aldığın.
- Silah ha, bekle
Adamın doğru söyleyip söylemediğine hala inanamadan bekledi, Halit o meşum şeyi getirdi, bezin içinden çıkardı.
- Bak bu yeni tip bir musluk, sizin yurda takacaklarımızdan bir örnek. Su tasarrufu için üzerinde bir elektronik devre var. Sen tam üzerine oturunca kurulacak diye kızdım biraz. Malum pahalı şeyler bunlar, üzerime zimmetli.
- Kimsin abi Allah aşkına, kimsin.
- Evladım ben bu yurtların tesisat işlerine bakıyorum, senin bindiğin yurtta kalıyorum. Buradaki yurtta arıza varmış gece ona bakmaya geldim!
Harika! Harikasın Önder! Ellerine sağlık..
Çok teşekkür ederim :)
Sen artık deneme kardeşim. Direkt yaz.
Çok teşekkür ederim kardeşim.