Efenim geçtğimiz mayıs sonunda akraba ziyareti için yolum Mersin’e düştü, sağolsunlar güzel gezdirdiler beni. Üzerinden çok geçti ancak yeni yazma fırsatım oldu :) Haydi bakalım başlıyoruz…
” Silifkenin yoğurdu kız seni kimler doğurdu” dizeleriyle büyüdü bir nesil :) Ben de çok merak ederdim, sorardım kendi kendime “Acaba Silifke’de her yerde yoğurtçu var mı?” diye… Tabii yok öyle bişi, şirin, orta büyüklükte bir akdeniz ilçesi. Çok gezmedik ama kalesine çıkıp kuş bakışı bakıştık Silifke’yle…
Akabinde geriye Tarsus’a doğru dönmeye başladık. Yolda önce Kız Kalesi’ni görüntüledik. Ardından “Astım Mağarası”nı ziyaret ettik. Girişte yazdığına göre mağaranın atmosferi astıma iyi geliyormuş ancak mağaraya inmek için kullanılan dar ve aşağı yukarı 50 basamaklık merdivenden sonra hangi astım hastası iyi olur bilemiyorum. Giriş kısmını geçersek büyüleyici bir ortam. İnsan eliyle yapılması imkansız gibi görünen sarkıtlar, dikitler, içerideki serin ve hafif nemli hava oldukça büyüleyici. Güzel bir dolaşma imkanı sağlanmış ancak bazı noktalardaki ışıklandırmanın arızalı olması sıkıntılara neden oluyor.
Sonra hemen ilerisindeki “Cennet – Cehennem”e yollandık. Burası ve Astım Mağarasının aynı jeolojik zamandaki çöküntülerle oluştuğu söyleniyor. Önce Cehennem’i görelim dedik. Aslında tam adı “Cehennem Obruğu”. Çok derin ve sarp olduğu için içine inilemiyor sadece yukarıdaki balkondan aşağıyı seyredebiliyorsunuz.
“Oh ne güzel” dedim, “balkondan ‘Cehennem’i gördük, ‘Cennet’i de böyle görüp gideriz.”. Yok öyle değil işte paşam. Yaklaşık 450 basamakla inilen bir yermiş orası. Tam adı da “Cennet Obruğu”. Basamaklar da öyle bildiğin basamaklardan değil obruğun içindeki nem ve akarsu nedeniyle fayans kıvamında kaygan. Obruğun içinde de bir bazilika mevcut. Saklanmak için hakikaten çok stratejik bir yer. Hoplaya zıplaya inip obruğun sonundaki mağaranın sonuna kadar indim. Ağzı geniş mağaranın için oldukça serin ve ferahtı. Oraya kadar inmek ufak tefek kayma kazaların dışında rahat geçti ancak çıkmak tam anlamıyla bir dramdı. Ortalama bir apartmanda iki kart arasının ortalama 15-20 basamak olduğunu düşünürsek 25-30 katlı bir binaya tırmanmış gibi hissettim kendimi. Mutlaka gidilmesi ancak bi daha gidilmemesi gereken bir yer. Kendi adıma daha da inmem oraya. Ama güzel mi güzel, muhteşem. Hayat kurtaran bilgi: inerken ayağınızda kaymayan, tercihen tırmanış ya da çivili ayakkabı olsun, bi de tabii su :)
Sonra İzmir’e geldikten sonra da yorum yaptım: “Yahu cehennem ne kadar kolaydı, cenneti gezicez derken öldük bittik” diye. Emel’den de cevap gecikmedi: “ee cenneti kazanmak zor cehennem kolay”. Hakkaten buraya bu ismi verenler de aynı şekilde mi düşündüler acaba?
Oraları bitirdikten sonra ertesi gün Tarsus’u keşfe çıktık. Tarsus acayip bi yer, toprağı azıcık eşelesek yer kuvvetle sarsılıp büyük bir medeniyetin çok değerli bir eseri bir anda kendini gün yüzüne atacak gibi. Her tarafından tarih fışkırıyor kısacası. Talihsizliğe bakın ki fotoğraf makinemin şarjı bitti ve telefonla çekmek zorunda kaldım.
Önce “Yedi Uyurlar”ın(ayrıntılı bilgi: Ashab-ı Kehf ) mağarasını ziyarete gittik. Yedi Uyurlar’ın mağarasının kendi sınırları içinde olduğunu iddia eden yerden biri Tarsus (Diğerleri İzmir Selçuk, K.Maraş Afşin, Diyarbakır Lice)
Her Hıristiyan tarihi yerinde olduğu gibi burası da gözlerden uzak, sarp dağların yamacında erişilmesi, ulaşılması zor bir yer. Hemen yanında Osmanlı zamanında yapılmış güzel bir cami bulunuyor. Artık ören yerinden çıkmış adak adama, türbe gibi bir hal almış. Mağaranın hemen girişinde “Yedi Uyurlar”ın uyuduklarına inanılan bölüm tahta bir çerçeveyle bölünmüş ve çerçeveye “Yedi Uyurlar”ın isimleri Arapça olarak yazılmış, köpekleri “Kıtmir”in ismi de buna dahil.
Oradan merkeze indik, Kleopatra kapısını, tarihi Tarsus evlerini, Roma Hamamını, Hz.Eyüb’ün yattığı camiyi ve birçok tarihi yapıyı görme fırsatım oldu.
Ancak bunların arasında iki yer var ki beni oldukça etkiledi. Bunlardan ilki Kral Yolu denilen ve şu anki Tarsus’un yer seviyesinden 8-10 metre derinden çıkarılan yol. Yola baktığımda şu anki asfalt yollara benzediğini düşündüm. Yolun ortası asfalt ve kenarlar beyaz işaretlenmiş…
Diğer yer ise “Donuktaş Mabedi” denilen yer. Önceleri doğal oluşum zannedilen yer ne bir kaleye benziyor, ne mabede, ne anıta ne de yerleşim yerine. Devasa büyüklükte yıkma bir yapı dikdörtgen şeklinde ancak ne bir girişi ne de bir penceresi vs yok. Kim neden yapmış, amaç neydi bilmek imkansız…
Sonra da Nusret Mayın Gemisi‘ni ziyaret ettik. Hani bize Çanakkale Savaşı’nı kazandırdığını yıllarca okutup sonra da Mersin Limanı’nda çürümeye terk ettiğimiz Nusret Mayın Gemisi. Önce Çanakkale istememiş, sonra Tarsus Belediyesi sahip çıkınca “aman bize verdin” demiş. Gemi ve çevresi ufak bir Çanakkale olarak düzenlenmiş adeta. Savaş hakkında bilgiler, temsili şehitlik, gerçek toplar, savaş sırasında kullanılan sığınak ve sahra hastanesi de unutulmamış. Bu çalışmadan dolayı Tarsus Belediyesi’ni kutlamak gerekir. Yoksa tarih kitaplarını şöyle değiştirmek lazımdı: Nusret Mayın Gemisi, Çanakkale Savaşı’nın kaderini değiştirdi ama biz milletçe gemiyi kaderine terkettik. Neyse olmamış çok şükür.
Güzel bir de sitesi var, daha ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz: http://www.nusratmayingemisi.com
En son olarak da şelaleyi gezdik, coşkun coşkun akan şelaleyi görünce koşup içine atlayasım geldi ama tabii doğal olarak kelimenin tam anlamıyla “yemedi” :) Dönerken de akarsuyun kollarınından birinin üzerinde kurulu bir evin bahcesindeki koltuğu görünce baya özendim ve milletimin keyif tutkusuna hayran kaldım :)
teşekkürler…